BABADAĞ ZİRVE

Etkinlik Anıları

PAKDOS BABADAĞ ZİRVE (28.11.2021)

PAKDOS, Babadağ Zirve faaliyeti için bu pazar benim köyüme gelmişti sabahın erken saatlerinde. Mollaahmet Mahallesi’nden traktörle Darıyeri Yaylası’na geçilecek ve zirve yürüyüşü başlayacaktı. 30 kişilik ekip mavi, yeşil traktörlerin kasalarına yerleşti ve hareket edildi. Bu tarz faaliyetlerde zirve kadar önemli ve keyifli olan olay traktör kasasındaki muhabbetler idi. Uçaklar, eğitim, ekonomi, geçmiş, gelecek… Sabahın bu saatinde temiz ve soğuk hava ciğerlere dolarken muhabbetler de gönülleri doyuruyordu. Yer yer sarsılan kasada arkamızda Denizli ve Pamukkale manzaralarını bırakarak Altındere Vadisi’ne paralel ilerliyorduk.

Bizim bindiğimiz yeşil renkli John Deere marka bir traktördü. Firmanın logosunda ise geyik vardı. Geyik tarihimiz için önemli bir semboldür ve bu dağlarda da geyiklerin yaşadığı bilinir. Gelin tarihimizdeki geyiklerden biraz bahsedelim. “Resneli Niyazi Bey istibdat devri olarak bilinen baskı döneminde arkadaşlarıyla beraber isyan ederek dağlara çıkar. Hürriyet Kahramanı ilan edilen Niyazi Bey bir gün dağlarda bir geyikle karşılaşır. 2 yaşlarındaki bu geyiği aç olmalarına rağmen av hayvanı olarak görmeyen Niyazi Bey ve arkadaşları geyiği vurmazlar. İşin ilginci yabani bir hayvan olmasına rağmen geyik de onlardan kaçmaz. Niyazi Bey ve arkadaşları nereye giderse geyik de peşlerinden seğirtir. 2.Meşrutiyetin ilan edilmesiyle bu geyik de “Hürriyet Geyiği” olarak anılmaya başlanır.”  Bir traktör markasının logosundan nereye geldik öyle değil mi? Tarihimizde az bilinen bir geyik hikayesi daha anlatalım. “Tüfenkçi İsmail Usta Çanakkale Savaşı’nın az bilinen kahramanlarındandır ve savaş sırasında kucağında bir geyik yavrusuyla bağdaş kurarak poz vermiştir. Geyik objektife o kadar huzurlu ve dingin bakmaktadır ki düşmana geçit verilmeyeceğinden emin gibidir adeta. ”  Resneli Niyazi Bey’in Hürriyet Geyiği ve Tüfenkçi İsmail Usta’nın kucağındaki yavru geyikten yola çıkarak doğadaki canlıların spor adı altında, avcılık denilen cinayete kurban gittiği bir ülkede yöneticilerin neden duyarsız olduğu merak konusu…

Traktörler çoban çeşmelerini geride bırakırken gruptaki dostlarımızın dikkatini çeken bir konu da Altındere Vadisi’nin bizim bulunduğumuz tarafının bitki örtüsü yönünden zayıf olduğu idi. Göktepe tarafı yemyeşil orman iken Mollaahmet sırtlarında tek bir ağaca rastlamak mümkün değildi. Büyüklerimden dinlediğime göre bundan 30-40 sene önce bu taraflar da ormanlıkmış. O zamanlar ağaçları bilinçsizce kesip dallarından kömür, gövdelerinden odun yapmışlar ve satmışlar. Traktörler biraz daha ilerlediğinde bu hikayeyi doğrular nitelikte kökünden yeniden sürmüş meşe ağaçlarını görmek mümkündü.

Mollaahmet Yaylası traktör yolu

Çocukluğum gerek at sırtında gerek yaya olarak bu yollarda geçmesine rağmen bu yoldan PAKDOS ile  geçmek son derece özel hissettirdi. Bizim köylü bir çobanın yazlık konaklama yerinde yürüyüşe başlamak üzere indik traktörlerden. Bizi karşılayanlar yılkı atları oldu. Zirveler bulutluydu, kendini göstermiyordu. Bulunduğumuz noktada hatırı sayılır bir rüzgar ve soğuk vardı. Başlangıç konuşmasından sonra hemen yürüyüşe başladık. Rengi iyice kızıla dönmüş, kuru eğrelti otlarının arasından tek sıra ilerledik. Az yukarıdaki bir başka çoban ağılına ulaştığımızda nefes molası verildi. Ağaçlara ve harım kenarındaki çaltılara takılan poşet ve çuvallar rüzgarın etkisiyle çizgi filmlerdeki hayaletlere dönüşmüştü. Moladan sonra eğim tırmanmaya devam edildi. Hava  bir açılıp bir kapanıyordu. Rüzgar da iyiden iyiye artıyordu. Kelleci vadisi ile Altındere Vadisi’nin tam sınırındaki metruk çoban barınağında bir mola daha verdik. 

Yılkı atları

Eğrelti otları

Adım adım sise doğru

Kaderine terk edilmiş bir çoban barınağı

Çoban barınağının yanında hayvanların sulanması için yapılmış yalak

Grup moladan sonra Kelleci Şelalesi üzerinden, tek tük çam ağaçları arasından sis sınırında ilerledi. Nedense dilime bir Galatasaray marşına da uyarlanmış olan İzci Marşı takılmıştı. Bir süre içinden söyleyip durdum.

“Yollar uzun dikenli taşlı olsa da

Bastığın yer üzüntülerle dolsa da

Sel çığ ateş önünde her ne olsa da

İzci gülerek yürür”

Bu sırada yabani bir tavşan yanımızdan fırlayıp yukarıya doğru depar atmaya başladı. Çin mitolojisinde “Tu” olarak karşımıza çıkan ve uzun bir yaşamın  sembolü olan tavşan tıpkı grubun ön tarafından “Kim korkuttu tavşanı? ” diye bağıran Bülent abinin sesi gibi sis içinde kayboldu gitti.

Grup olarak ilk toplu fotoğrafımızı patika kenarındaki büyük çam ağacının yanında çekiliyoruz. Üç köşesinde de kırmızı giyinmiş doğaseverlerin bulunduğu bir üçgenin içindeyiz fotoğrafta. Rüzgar, sis derken tabiat ananın bir diğer olayı yıldırımın ortadan ikiye ayırdığı ağaç ile karşılaşıyoruz. Ne dersiniz bu dağ başındaki zavallı ağaç Zeus’un bir anlık öfkesine mi maruz kalmıştı ya da İngilizce perşembe (thursday) gününe adını veren İskandinav Thor’un  yıldırımları mı isabet etmişti bu ağaca?

Sise paralel ilerleyen grup

Yıldırıma maruz kalan ağaç

Üç köşesinde üç kırmızılı üçgen 

Babadibi 

Hava biraz yükseldi. Uzaklardan heybetiyle göz kamaştıran Babadağ’ın tam dibindeydik. Duvarlarına dokunabiliyorduk. Kale-Tavas tarafından  bakıldığında uysal bir kedinin sırtı gibi görünen, Denizli tarafından bakıldığında ise kanatlarını açmış devasa bir kartal başını andıran Babadağı bugün pek bir nazlı olduğu için hiç göremeyecektik. Tam Babadibi’nde meyve molası verdik. Çabuk enerjiye dönüşebilecek yiyeceklerden atıştırdık. Meyve molasında bir garip an yaşandı. Ferhat abi yerde mavi renkli bir ayakkabı çekeceği buldu. Ayakkabı çekecekleri diğer ismiyle keratalar, geç Ortaçağ’da ortaya çıkmış ve ilk olarak hayvan boynuzlarından yapılmaktaymış. Bu mavi kerata, dağda bulduğumuz Amerikan futbolu topu, badminton raketi vb. gibi acayip nesneler arasında kaydedilmek üzereydi ki sahibi bulundu. Önder abi kamerasını sabitlemek için kullanıyormuş bu keratayı ve bir anlığına düşürmüş. 
Meyve molasından sonra zorlayıcı bir eğimi tırmandık. Kelleci Vadisi tüm ihtişamıyla ayaklarımızın altındaydı. Mevcut parkura yakın parkurları böyle uzaktan görünce insan o anda ikiye bölünüyor ve bir tanesi görünen parkuru hızlıca yürüyüp arkadan yetişiyor. Son rüzgar tribünü de sis arasından kendini arada bir gösteriyor. Hakim bitki örtüsü, yöredekilerin yer ardıcı dediği adi ardıç (Juniperus comminus) idi buralarda. Yer yer grubun artçısıyla beraber arkadan yürüdüğümde yeşil ardıçların arasında kırmızı, pembe ve mavi renklerin süzülüşünü seyrediyordum.

Eğim tırmanan dağcılarEğimli yamaçta güler yüzlü PAKDOS kadınları



Kelleci Vadisi

Ardıç

Ardıçlar arasında ilerleyen renkler

Artık sisten grubun tümünü görmek mümkün olmuyordu. Böyle sisli havalarda mesafe azaltılmalı ve geride kimse kalmamalıydı. Yine böyle sisli bir günde bulunduğumuz noktaya yakın bir yere düşen eğitim uçağı aklımıza geldi. Her geçenin bir taş koyduğu dikilitaşa biz de birer taş koyduk ve yolumuza devam ettik. Rüzgar bu noktadan sonra şiddetini öyle bir artırıyordu ki yarım metre önümdeki kişinin ne sesini duyabiliyordum ne de çevreyi net görebiliyordum. Bir süre daha yoğun rüzgar ve sis altında devam ettik fakat zirve yapmak imkansız gözüküyordu. Bu noktada grup lideri ve üyeleri tarafından dönüş kararı alındı. Bu havada zirveyi denemek akıl karı değildi çünkü daha rüzgarın asıl güçlü eseceği yere gelmemiştik bile. 

Yoğunlaşan sis içinde verilen mola

Bir taş da sen koy anıtı

İlginç mermer şekiller

Dönüş kararı alınan nokta 

Dönüş kararından sonra az evvel geçtiğimiz kuytu bir noktada yemeklerimizi yedik. Yemeğimi bitirene dek parmak uçlarım kıpkırmızı oldu ve sıcak neskafe bardağını tutana kadar neredeyse hissizleşti. Yemek yediğimiz alanda kalan giden eşya var mı diye son bir kontrol yaptıktan sonra çantalarımızı sırtlanıp devam ettik. Bir müddet daha rüzgar ve sis ile mücadele ederek dönüş rotasını takip ettik. Karacasu/Dikmen tarafındaki  Ayçukuru dediğimiz bölge tüm berraklığıyla görünüyordu. Bulutlar Babadağ’ı bugün bize göstermemek için tüm hızıyla dağa doğru hücum ediyor ve onu kundaklıyordu. 

Ayçukuru tarafı 

Aladağlardaki Emler Zirve’yi yapamayışımdan sonra epey üzülmüş fakat hemen toparlamıştım. Bugün de zirve yapamadığımıza biraz üzüldüm doğrusu ama Babadağ hemen şurada dibimizde. Önemli olan grupça doğru karar verebilmek ve disiplinden kopmadan dönmesini bilmekti. Dostoyevski’nin tabiriyle “neticeyi değil neticeye giden yolları seven birer satranç oyuncusu” konumundaydık bugün. Zirve amaçsa bugün bu rotadan olmadı, yarın başka bir rotadan olurdu elbet. Salt zirve tutkusu damacıların işi. Biz satranç oynamaya ve her yoldan keyif almaya devam edelim. 
Dönüş yolunda bir de hayal kurdum ve günün birinde bu hayalimi gerçekleştirmeyi deneyeceğim. Kendi köyümden hareketle bugün kullandığımız rotadan önce Babadağ zirve ve zirvede kamp, daha sonra Babadağ zirveden Afrodisias antik kentine bir yürüyüş. 1 Zirve 1 Kültür (1Z 1K) adını verdiğim bu trans faaliyeti ne zaman ve kimlerle gerçekleştireceğimi ben de merak ediyorum. Bu hayali kurarken çevremde sarıya çalan yeşil renkte taşlardan yüzlerce gördüm. Bu taşlara kınalı taş veya kına taşı denildiğini duymuştum bu yörelerde. Taşlara bu rengini veren de bir çeşit liken idi. Eskiden çoban kızları bu taşlardaki likenleri kazır, su veya tükürük yardımıyla ellerine kına yakarlarmış. 

Kına taşları

“Akarken sağımdan solumdan yemyeşil ekin tarlaları

Dönerken o ufuk kadar uzaktaki rüzgar gülleri dağın başında 

Ve düşerken yağmur başımı yasladığım otobüs camına… “


Yukarıdaki dizeleri acemi şairimize yazdıran rüzgar güllerini arkamıza alarak toplu fotoğraf çektirecektik. Birkaç arkadaşımız geride kaldığından onları da bekledik fotoğraf için. Poz verirken açık olan hava, arkadaşları beklerken geçen 40 saniyelik sürede kapanmıştı ve rüzgar gülleri görünmez olmuştu. Büyülü bir andı. Yukarıdaki dizelerin devamı tam da bu büyülü anı anlatıyor diyebiliriz mevsim farklı olsa da.


“Değişirken iklimler, insanlar, dertler, tasalar, yasalar

Dövüşürken ak ile kara, gece ile gündüz, yaz ile kış

Ve savrulurken ruhum temmuzda saman misali bir batözden…  “

Son rüzgargülü 

Bulutları başından defetmeye uğraşan bir rüzgargülü

40 saniye önce görünen tüm rüzgargüllerinin fotoğraf anındaki durumu

Bulunduğumuz nokta o kadar geniş açılı bir manzaraya sahipti ki…Pamukkale-Hierapolis

, Denizli, Sarayköy, Karcı Dağları, Çökelez, Afrodisias, Karacasu… Rüzgargüllerine doğru giderken Aydın ve Denizli idari il sınırında dolaşıp durduk. Hatta sağ yarımız Denizli, sol yarımız Aydın tarafında kalmış bile olabilir.  Devrim öğretmen ile yan yana yürürken hep bunun esprisini yapıp durdum. “Şimdi Aydın’dasınız, şimdi Denizli’de.” Günün birinde idari sınır yeniden belirlenecek olursa PAKDOS’un izleri kesinlikle baz alınmalı. 

Manzarayı değerlendirenler

Rüzgargüllerinin yanından geçerken batonlarımızın uzunluğunu ayarladığımız deliklere üfleyen rüzgar, batonlarımızı birer flüte çevirmişti. Yazının başlarında geyiklerden bahsetmiştik. Şimdi de flüt ve geyiğin ilişkilendirildiği mitolojik hikayeye bir bakalım.

” Athena bir gün rüzgarların ormanlar arasından geçerken çıkardıkları fısıltıları, sesleri , feryatları taklit etmek istedi. Bir geyik kemiği parçası aldı, deldi bir flüt yaptı. Sonra Olympos’a çıktı ve bütün tanrıların toplandıkları salonda icat ettiği flütü çaldı, fakat flütü üflerken avurtları şiştiğinden , güzel yüzü, geçici bir zaman için çirkin bir hal aldı. Kızdı flütü kaldırdı attı. O günden beri hiçbir kimse yüzünün şeklini bozmadan, yanaklarını şişirmeden flüt çalamaz.”

Uğultulu uğultulu dönen rüzgargüllerinin yanından geçtik ve Başalan Yaylası’na doğru yöneldik. Rota içinde rota desek yeridir. Kadim Babadağ ilçesi sonbahar renkleri arasından seçilebiliyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde köy kaydı bulunan, 1877’de belediye ve 1988’de Sarayköy’den ayrılarak ilçe olan kadim Babadağ… Ara sıra ardıma bakıp tepede bıraktığımız devasa vantilatörleri andıran rüzgargüllerine bakmadan edemiyordum. Grubun önünde amcam arkalarda bir yerde de ben vardım. İki “Karakaya” arasında yürüyen dostlarımız o anlarda dilek tuttularsa ne güzel. 

RES yanından inişe geçen dağcılar

Yeniköy sırtlarında çam ağaçları

Eğrelti otları her yerde

İki Karakaya arasında yürüyen grup

Babadağ ilçesi

Rüzgargüllerinin biraz daha aşağıdan görünümü

Başalan Yaylası’nın yukarısında çok güzel yer tutmuş bir çobanın evine rastladık. Bahçesi, tahtalığı, ağılı ve her şeyiyle dört dörtlük bir malikaneydi burası. Fakat keşlerin ilgisini de çekmiş olacak ki içkisini içen şişesini olduğu gibi bırakıp gitmişti. PAKDOS kadınları tahtalıkta fotoğraf çekilmeyi ihmal etmiyordu tabi ki. Başalan Yaylası’nın üzerindeki kayalık alanda son kalan meyvelerimizi de tüketmek üzere meyve molası veriyoruz. Hava da açmış durumda. Birisi kalkın geri zirveye çıkacağız dese herhalde grubun yarısı ona uyardı.

Çoban evi ve tahtalığı

Çoban evinin bahçesi

Tahtalık pozu veren PAKDOS kadınları

Mollaahmet çay bahçesinde çay ve sohbet

Rota… (Mavi: traktör, Yeşil: yürüyüş , Kırmızı: araba)

Başalan Yaylası’na indiğimizde iki köpek oyun oynuyordu. 7 Haziran 2020’de gerçekleştirdiğimiz faaliyette kucaklayıp sevdiğimiz yavruların bu ikisi olduğundan o kadar emindim ki fakat ispat edemezdim. Arabalara binerek yürüyüşün başladığı Mollaahmet’e geçildi. Çay bahçesinde çaylar içilip günün kritiği yapıldıktan sonra dostlar masalardan birer birer ayrıldı ve evlerinin yolunu tuttu. Ben ve amcam ise daimi mekanımız Mollaahmet’te kalmıştık.

Günün tamamını anlatan video (Doğaya Dönüş- Önder Deveci)

1 thought on “BABADAĞ ZİRVE

  1. Teşekkürler kardeşim eline sağlık , zirve olmasa da güzel bir faaliyetti Karakaya misafirperverliği icin ayrıca
    tesekkur ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir